Topkapı Sarayı’nın sessiz koridorlarında, vitrinlerin soğuk camlarının ardında, yalnızca altın ve mücevher değil, zamanın susturduğu nice destan yatar. O camekânlarda gördükleriniz, buzdağının yalnızca görünen yüzüdür. Asıl hikâyeler, asıl hayatlar, kilitli kapıların ardında, sarayın mahrem hafızasında saklıdır. İşte o hikâyelerden biri, solgun bir elbisenin, yıpranmış bir çift pabuçun ve zarif bir hotozun fısıltısıyla günümüze ulaşır. Bu, kaderleri rüyalarda yazılan, sadakatleri ölüme meydan okuyan bir Padişah kızı ile “Melek” lakaplı bir Paşa’nın yürek yakan aşkıdır.
Yıl 1600’lerin başı… Cihan Padişahı IV. Murad’ın gözünün nuru, dedesi Sultan I. Ahmed’in sevdiği torunu Kaya İsmihan Sultan ile henüz bebekken yüzünün güzelliğinden ötürü bizzat Sultan I. Ahmed tarafından “Melek” diye anılan Melek Ahmed Paşa’nın yolları kesişir. Bu, sarayın duvarları arasında filizlenen, ancak vazifenin ve mesafelerin sınadığı büyük bir sevdadır.

Melek Ahmed Paşa, imparatorluğun bir ucundan diğerine, Diyarbakır’a, Şam’a, Bosna’ya vali olarak gönderilirken, Kaya Sultan İstanbul’daki yalılarında hasretle onu bekler. Aralarındaki köprü, o büyük seyyah, o eşsiz vakanüvis Evliya Çelebi’dir. Paşa’nın süt dayısı olan Çelebi, iki aşığın gözyaşıyla ıslanmış mektuplarını, hasret kokan mendillerini ve en mahrem sırlarını at sırtında binlerce kilometre öteye taşır.
Fakat bu aşkın üzerine, kaderin karanlık gölgesi iki uğursuz rüyayla düşer. Önce Kaya Sultan, rüyasında cennet bahçelerinde merhum dedesi Sultan I. Ahmed ile gezinmektedir. Dedesi, “Kayam, gel yanıma,” der. Tam o sırada amcası Sultan I. Mustafa belirir ve “Birader, bırak da Kaya’nın bu dünyada Melek Ahmed’den bir yadigârı kalsın, sonra alırsın yanına,” diye seslenir. Sultan Ahmed “Âmin” der, lakin bir tuhaflık vardır; duaya kaldırdığı avuçları kana bulanır. Ve Kaya İsmihan “Âmin” dediğinde, kendi avuçları da kan revan içinde kalır.
Kısa bir süre sonra, bu kez Melek Ahmed Paşa bir rüya görür. Rüyasında, Ayasofya’nın avlusunda, Şeyhülislam ve ulemanın önünde bir mahkeme kurulmuştur. Karısı Kaya Sultan’ı boşaması emredilir. “Boşamam!” diye haykırır Paşa. O an, bir dolabın kapağı açılır ve içinden Sultan I. Ahmed çıkarak, “Boşayacaksın Melek, Allah’ın emri budur!” der. Paşa yine reddedince, “Öyleyse sana şeriatı uygulamak gerekir!” cevabını alır. Bir anda kendini karışık bir namaz cemaatinin içinde bulur. İmam, Şeyhülislam Sunullah Efendi’dir, fakat Paşa, imamın önünde durmaktadır. Bunun tek bir anlamı vardır: Kılınan, kendi cenaze namazıdır.
Rüyaların tefsiri acı ve kesindir. Kaya Sultan’ın rüyasından yirmi altı gün sonra, bir kız çocuğu dünyaya getirir. Fakat doğumdan yalnızca dört gün sonra, o kanlı rüyanın işaret ettiği gibi, ruhunu teslim eder. Paşa’nın dünyası başına yıkılır. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, günlerce, gecelerce sevgilisinin Ayasofya Vaftizhanesi’ndeki türbesinden ayrılmaz, hatimler indirir, gözyaşlarını toprağa katık eder.
Artık Paşa için dünya bitmiştir. Rüyasının işaret ettiği üç yıllık sürenin dolmasını beklemeye başlar. Tüm malını, mülkünü, kıymetli eşyalarını hayır ve hasenat için açık artırmayla dağıtır. Ve tam üç yıl sonra, veba hastalığına yakalanarak, rüyasındaki gibi Ayasofya Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Eyüp’teki Şah Sultan Camii haziresinde, şeyhinin ayaklarının dibine defnedilir.
Ve işte o elbise, o hotoz, o pabuçlar… Topkapı Sarayı’nın deposunda, yüzlerce yıldır bu acı ve sadakat dolu aşkın sessiz şahitleri olarak beklemektedir. Kaderleri rüyalarda yazılan, ölümleriyle mühürlenen iki aşığın, bize kalan yadigârlarıdır.