Topkapı Sarayı’nın koridorlarında dolaşırken, gözleriniz paha biçilmez mücevherlere, işlemeli kaftanlara, keskin kılıçlara takılır. Oysa sarayın asıl hazinesi, sessiz sedasız duran el yazması kitapların arasında, mürekkepleri solmuş sayfalarda saklıdır. Bu hikâye, o sayfalardan birinin, mütevazı bir yüreğin nasıl bir imparatorluğun kaderini değiştirebileceğinin destanıdır.
Hikâyemiz, Harem’in en alt kademesinde, elinde süpürgeyle koridorları arşınlayan, kimsenin dönüp bakmadığı bir cariye olan Cevri Kalfa ile başlar. Ne bir Padişah kızıdır ne de bir Paşa hanımı… O, sadece vazifesini yapan, sadakati ruhuna işlemiş bir kadındır. Ancak yokluk içinde biriktirdiği üç beş kuruşuyla, Saray Kütüphanesi’ne altın yaldızlı, el emeği göz nuru bir Kur’an-ı Kerim hediye edecek kadar ince bir ruha sahiptir. Kapağına ise tek bir dilek yazdırmıştır: “Beni hayırla yâd edin.”

Takvimler, III. Selim’in sancılı saltanat yıllarını göstermektedir. Padişah, “Nizam-ı Cedid” adını verdiği reformlarla devleti ayağa kaldırmaya çalışırken, bu yeniliklerden rahatsız olanların fitne kazanları kaynamaktadır. Çok geçmeden, Kabakçı Mustafa’nın başını çektiği bir isyan, sarayın kapılarına dayanır. Bir saray darbesiyle, aydınlık yüzlü Padişah III. Selim tahttan indirilir ve yerine IV. Mustafa geçirilir.
Selim Han, Gülhane’ye bakan Silahdar Ağa Köşkü’nde, vefalı eşi Refet Kadın ile birlikte hapsedilir. Ancak Balkanlar’daki Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, bu darbeye boyun eğmez. Ordusunu toplayıp sevdiği Padişah’ı yeniden tahta çıkarmak için İstanbul’a doğru yola çıkar.
Bu haber, darbecileri paniğe sürükler. IV. Mustafa, korkunç bir ferman verir: “Amcam Selim ve kardeşim Mahmud katledilsin!”
Cellatlar, önce III. Selim’in odasına dalar. O nazik, o sanatkâr ruhlu Padişah, elinde neyiyle son nefesini verirken, odadan yükselen kama sesleri, Harem’in duvarlarında yankılanır. Ardından sıra, Osmanlı hanedanının son erkek ferdi, 14 yaşındaki Şehzade Mahmud’a gelir. Cellatlar, Şehzade’nin tutulduğu Kuşhane Kapısı’na yönelirler.
Harem’de kıyamet kopmaktadır. Valide Sultan, kadın efendiler, kalfalar, cariyeler… Herkes bir köşeye sinmiş, çığlık çığlığa kendi canının derdine düşmüştür. Sadece bir kişi hariç: Cevri Kalfa.
O, kendi canını değil, bir imparatorluğun geleceğini düşünür. Cellatlar kapıyı kırmak üzereyken, karşı odada dumanı tüten bir mangal görür. Tarihin nefesini tuttuğu o an, o garip, o cesur kadın, bir anlık kararlılıkla mangalı kavrar ve içindeki kızgın külleri, cellatların suratına savurur. Bir anda ortalığı kaplayan sıcak küller ve duman, can pazarı kuran katillerin gözlerini kör eder, onları şaşkına çevirir. Bu kısacık an, bir imparatorluğun kaderi için yeterlidir. Cevri Kalfa, genç Şehzade’yi kolundan tuttuğu gibi, Altınyol’dan geçirerek Harem’in çatısına, kurşun kubbelerin arasına saklar.
Alemdar Mustafa Paşa saraya girdiğinde, III. Selim’in kanlar içindeki naaşıyla karşılaşır. Yıkılır, ama pes etmez. “Mahmud’u bulun!” emriyle askerler her yanı arar. Ve sonunda, Harem’in damında, kendisine siper olmuş bir cariyeye sarılmış, tir tir titreyen genç Şehzade’yi bulurlar.
O gün, Cevri Kalfa’nın attığı bir avuç kül, Osmanlı hanedanının sönmek üzere olan ateşini yeniden harlamıştır. Tahta çıkan Sultan II. Mahmud, hayatını borçlu olduğu bu kahraman kadını asla unutmaz. Onu hediyelere, mükafatlara boğar ve “Sen benim ikinci annemsin,” diyerek en büyük payeyi verir.
Fakat Cevri Kalfa, kendisine sunulan onca servete rağmen, yine o mütevazı ve fedakâr ruhunu korur. Parasıyla önce halka hizmet edecek bir okul, Ayasofya’nın karşısındaki bugün dahi ayakta duran Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi’ni yaptırır.
Yıllar sonra vefat ettiğinde ise Sultan II. Mahmud, vefasının en büyük nişanesini gösterir. Onu, Fatih’teki kendi annesi Nakşidil Valide Sultan’ın türbesine, onun yanı başına defnettirir.
Bugün o türbeye girdiğinizde, biri Valide Sultan’a, diğeri ise bir zamanlar Harem’in en alt kademesindeki, ancak yüreği ve cesaretiyle bir imparatorluğun kaderini değiştiren o vefalı cariyeye ait iki büyük sandukayı yan yana görürsünüz. İşte bu, bizim vefa anlayışımızdır.