Savaş Dışında Yeniçeriler Ne Yapardı?

Savaş Olmadığında Yeniçeriler Ne Yapardı?

Tarih kitaplarının sayfalarını çevirdiğimizde, yeniçerileri genellikle dumanı tüten savaş meydanlarında, ellerinde kılıçları, omuzlarında tüfekleriyle görürüz. Onlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun en korkulan, en disiplinli ve en elit piyade gücüydü. Padişahın gölgesi, imparatorluğun çelik yumruğuydu. Peki, o çelik yumruk sefere gitmediği zamanlarda ne yapardı? Top sesleri sustuğunda, barut kokusu dağıldığında bir yeniçerinin günü nasıl geçerdi? Bu sorunun cevabı, bizi sadece kışla hayatına değil, aynı zamanda İstanbul’un ve diğer Osmanlı şehirlerinin hareketli sokaklarına, dumanlı kahvehanelerine ve lonca tezgâhlarına götüren, çok daha karmaşık ve insani bir hikâyeyi ortaya çıkarır.

Kışladan Çarşıya: Asker-Esnaf Kimliği

Yeniçeri Ocağı’nın ilk kurulduğu dönemlerde, bir yeniçerinin hayatı neredeyse tamamen kışla ve talimle sınırlıydı. “Ocak, onlar için hem ev hem de aileydi.” Bektaşilik terbiyesiyle yetişen bu askerlerin evlenmeleri ve askerlik dışında bir işle uğraşmaları kesinlikle yasaktı. Amaç, onları dünyevi bağlardan kopararak sadece savaşa ve padişaha sadakate odaklamaktı. Kışlalarındaki odalarında birlikte yatar, devasa kazanlarından birlikte yemek yer ve talimhanelerde birlikte ter dökerlerdi. Bu kapalı ve disiplinli yapı, ocağın gücünün temelini oluşturuyordu.

savaş dışında yeniçeriler ne yapardı

Ancak 16. yüzyılın sonlarından itibaren bu yapı yavaş yavaş esnemeye başladı. İmparatorluk ekonomisinin zorlanması, uzun süren ve ganimet getirmeyen savaşlar, ulufe (maaş) ödemelerindeki aksaklıklar, yeniçerileri ek gelir kaynakları aramaya itti. Devlet de bu duruma bir noktadan sonra göz yummak zorunda kaldı. İşte bu noktada, o korkulan savaşçıların bambaşka bir kimliği filizlenmeye başladı: esnaflık.

Yeniçeriler, asker olmanın getirdiği dokunulmazlığı ve vergi muafiyetini kullanarak hızla şehir ekonomisine sızdılar. Kahvecilik, bozacinlik, yemenicilik, hamallık, kayıkçılık gibi pek çok meslek dalında dükkânlar açtılar veya mevcut dükkânlara ortak oldular. Bir sabah talimde gürz sallayan bir yeniçeri, öğleden sonra Fatih’teki dükkânında tütün satabilir ya da Balat’ta bir kahvehaneyi işletebilirdi. Bu durum, onlara ekonomik bir güç kazandırırken, aynı zamanda sivil halkla ve diğer esnaf loncalarıyla aralarında karmaşık bir ilişki ağının doğmasına neden oldu. Zamanla, bir esnafın dükkânını korumak için bir yeniçeriyi “ortağı” olarak göstermesi veya haraca bağlaması sıradan hale geldi. Bu, bir yandan güvenlik sağlarken diğer yandan zorbalığın ve haksız rekabetin de kapısını aralıyordu.

Siyasetin ve Sosyalleşmenin Merkezi: Yeniçeri Kahvehaneleri

Savaş dışı yeniçeri hayatını anlamak için girilmesi gereken en önemli mekânlardan biri şüphesiz kahvehanelerdir. 16. yüzyılda İstanbul’da yaygınlaşan kahvehaneler, kısa sürede yeniçerilerin kışla dışındaki ana toplanma merkezleri haline geldi. Buralar sadece kahve içilip tütün tellendirilen yerler değildi; aynı zamanda birer “haber ajansı”, “siyaset meydanı” ve “dayanışma ocağıydı.”

Bir yeniçeri kahvehanesine girdiğinizde, memleketin durumundan, son seferdeki dedikodulara, ulufe ödemelerinin gecikmesinden rahatsızlığa kadar her şeyin konuşulduğunu duyardınız. Ocağın nabzı bu mekânlarda atardı. Devletin aldığı bir karar, sadrazamın bir icraatı ilk önce burada tartışılır, tepkiler burada şekillenirdi. Hatta pek çok isyanın ve kazan kaldırmanın ilk fısıltıları bu kahvehanelerin loş köşelerinde yankılanmıştır.

Ayrıca bu kahvehaneler, bir sosyalleşme ve kültür ortamıydı. “Kul” mahlasıyla şiirler yazan âşık yeniçeriler, sazlarını burada çalar, hikâyelerini burada anlatırlardı. Farklı ortalardan (bölüklerden) gelen askerler burada tanışır, aralarındaki bağı güçlendirirdi. Devlet zaman zaman bu mekânları bir fitne yuvası olarak görüp kapatmaya çalışsa da kahvehaneler, yeniçerilerin sosyal dokusunun ayrılmaz bir parçası olarak varlığını sürdürmeyi başardı.

Bozulan Yemin: Aile ve Şehir Hayatına Etkileri

Ocağın temel kurallarından olan evlenme yasağı da zamanla delindi. Başlangıçta sadece sınır kalelerindeki yaşlı yeniçerilere verilen bu izin, giderek yaygınlaştı. Evlenen yeniçeri, artık kışlada değil, şehrin bir mahallesinde, kiraladığı bir evde yaşamaya başladı. Bu, ocağın disiplinini temelden sarsan en önemli adımlardan biriydi. Artık bir ailesi, çoluk çocuğu ve geçindirmesi gereken bir hanesi vardı. Bu durum, onun esnaflığa daha sıkı sarılmasına ve ekonomik kaygılarını ön plana çıkarmasına neden oldu.

Yeniçerilerin çocukları, “kuloğlu” olarak anılır ve babalarının nüfuzunu kullanarak ocağa girmeleri için bir baskı unsuru oluştururlardı. Devşirme sisteminin fiilen bitmesi ve ocağın “babadan oğula” geçen bir yapıya bürünmesi, askeri niteliğin zayıflamasındaki en büyük etkenlerden biri oldu.

  1. yüzyıla gelindiğinde ise durum artık tamamen kontrolden çıkmıştı. Yeniçeriler, İstanbul’un asayişini sağlamakla görevli olmalarına rağmen, bizatihi asayiş sorununun kaynağı haline gelmişlerdi. Esnafı haraca bağlayan, halka zulmeden, istedikleri gibi fiyatları belirleyen, kendilerine karşı çıkanları döven veya öldüren bir zorba gücüne dönüşmüşlerdi. Gündüzleri esnaflık yapan bu asker-tüccarlar, geceleri İstanbul sokaklarında kol gezen bir korku unsuruydu. Devlet otoritesini hiçe sayıyor, padişahları tahttan indirebiliyor ve devletin yapmaya çalıştığı her türlü yeniliğin karşısında bir duvar gibi duruyorlardı.

Artık onlar için askerlik, devletin bekası için yapılan bir hizmet değil, kişisel çıkarlarını ve dokunulmazlıklarını koruyan bir zırhtan ibaretti. Savaş meydanlarındaki eski kahramanlıkların yerini, şehirdeki zorbalık hikâyeleri almıştı.

Sonuç olarak, bir yeniçerinin savaş dışındaki gündeliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik dönüşümünün bir aynası gibidir. Disiplinli bir kışla hayatından, şehrin karmaşasına uzanan bu yolculuk; onları birer esnafa, aile babasına, siyasi bir aktöre ve nihayetinde devletin başına bela olan bir zorba gücüne dönüştürmüştür. 1826’da, tarihe “Vak’a-i Hayriye” (Hayırlı Olay) olarak geçen kanlı bir operasyonla ortadan kaldırıldıklarında, sadece bir askeri ocak değil, aynı zamanda şehrin hayatına kök salmış, iyi ve kötü yanlarıyla yüzlerce yıllık bir sosyal yapı da tarihe karışıyordu.

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

0/1000