İstanbul’da Hiç Evliya Var mı?
Rivayet odur ki, cihanın gözbebeği İstanbul’da, günlerden bir gün padişahın içine bir merak düşer. O heybetli sarayında, etrafı dalkavuklar ve vezirlerle çevriliyken aklına bir soru takılır. Yanı başındaki akıllı vezirine döner ve o kadim soruyu sorar:
“Vezir! Söyle bakalım, bu koca İstanbul’da ermiş, evliya dediğimiz Allah dostlarından var mıdır?”
Vezir, tebessümle padişahını süzer. Bilir ki bu soru, basit bir merakın ötesindedir. Derin bir saygıyla cevap verir:
“Aman sultanım! Ne dersiniz? İstanbul ki evliyalar yatağıdır, hikmet pınarıdır. Burada Allah dostu olmaz olur mu hiç! Toprağının her zerresinde bir bilgenin nefesi, her sokağının köşesinde bir arifin gölgesi vardır.”

Padişahın gözleri parlar. “Madem öyle, haydi o zaman! Göster bana o mübarek zatlardan birkaçını, biz de feyzlerinden nasiplenelim.”
Akıllı vezir, bu işin usulünü iyi bilir. “Sultanım, müsaadenizle bir oyun kuralım. Sırtımıza eski püskü köylü kıyafetlerini geçirip halkın arasına karışalım. Çünkü gerçek cevherler, saraylarda değil, hayatın tam içinde, halkın arasında parlar.”
Bu fikir padişahın aklına yatar. İki devletli, sıradan birer ahali gibi şehrin kalabalığına karışır. İlk durakları, buram buram baharat ve tarih kokan Mısır Çarşısı’dır. Orada, tezgâhı ipek ve kadifelerle dolu, nur yüzlü bir kumaşçının dükkânına girip “Selamünaleyküm” derler.
Dükkân sahibi, sanki kırk yıllık dostlarını görmüş gibi bir edeple ayağa fırlar. Yüzünde samimi bir tebessümle selamı alır: “Aleykümselam efendim, hoş geldiniz, safalar getirdiniz! Maşallah, Allah’ın ne de güzel kulları var. Buyurun, buyurun!”
Vezir, en ciddi haliyle, “Biraz kumaş bakacaktık, hane halkına lazım oldu,” der. Kumaşçı, “Hangisinden arzu edersiniz?” diye sorar.
İşte vezirin oyunu burada başlar. Parmağıyla rafları işaret ederek, “Şu topu indir, bir de şuradakini… O sarıdan da bir bakalım…” diyerek dükkândaki topların yarısından fazlasını tezgâha yığdırır. Adamcağız, “Estağfurullah, ne demek!” diyerek, yorulmadan, yüzündeki o nurlu ifadeyi bir an bile kaybetmeden hepsini indirir.
Vezir, bu kadarla da kalmaz. “Şimdi,” der, “Bundan yarım arşın kes, şundan bir kulaç, o çiçekliden de iki zira…” diyerek indirttiği her top kumaştan kestirmeye başlar. Kumaşçı, her makas darbesinde sanki zikreder gibi mırıldanır: “Elhamdülillah… Allah’ın ne güzel kulları var, ne istediklerini ne de güzel biliyorlar…”
Nihayet, kesilen kumaşlar özenle paketlenir. Kumaşçı, hesabı çıkarıp kâğıdı vezire uzatır. Vezir, kâğıda şöyle bir bakar ve en can alıcı hamlesini yapar: “Kusura bakmayasın be usta… Biz bu kumaşları pek beğenmedik. Vazgeçtik almaktan.”
Sıradan bir esnafın öfkeyle parlayacağı bu anda, kumaşçıdan en ufak bir tepki gelmez. Yüzündeki o sakin tebessümle, sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, “Hay hay efendim, olur mu öyle şey! Elbette beğenmek zorunda değilsiniz. Allah’ın ne güzel kulları var… Güle güle gidin, yolunuz açık olsun,” diyerek onları uğurlar ve o koca kumaş yığınını sakince bir kenara koyar.
Padişah şaşkınlık içindedir. Oradan ayrılıp Beyazıt’ın omuz omuza kalabalığına çıkarlar. Meydanda, elinde bir sopa, çatık kaşlarıyla “Taze karpuuuz, sulu sulu karpuuuz!” diye bağıran celalli bir adam görürler.
Vezir, padişahın kulağına fısıldar: “Padişahım, şimdi imtihan sırası bu zatta. Ama acele etmeyin. Gidin, karpuzları elleyin, birini alıp diğerini bırakın. En zor beğenen, en mızmız müşteri olun.”
Padişah, denileni yapar. Bir karpuza vurur, öbürünü koklar, diğerini sıkar… Dakikalar geçer ama bir türlü karar veremez. Karpuzcu, başta sabırla beklese de, padişahın ellemediği karpuz kalmayınca gözlerinden ateş saçar. Elindeki sopayı şöyle bir havada sallar ve gürler:
“Bana bak! Alacaksan al bir tane de git! Bütün karpuzların canına okudun be adam! Beni de Mısır Çarşısı’ndaki kumaşçı mı zannettin sen! Padişah olduğuna da pek güvenme, şu sopayı kafana indirdiğim gibi görürsün dünyan kaç bucak!”
Padişah, adamın kendisini tanıdığını anlayınca kan ter içinde kalır. “Sus, aman sus! Kimseler duymasın!” diyerek alelacele bir karpuz seçip parasını öder ve oradan yıldırım gibi uzaklaşır.
Nefes nefese kalan padişaha vezir, “Şimdi Süleymaniye’ye çıkalım sultanım, orada size daha ne cevherler göstereceğim,” der.
Padişah, vezirin kolundan tutar. “Vezir, yeter! Bu kadarı yeter! Karpuzcusu bile karşısındakinin padişah olduğunu bilen, kumaşçısı bu denli sabır sahibi olan bir şehirde daha kim bilir ne hikmetler gizlidir. Yeter! Şimdi dönelim, o mübarek kumaşçının hakkını verelim, adamcağız zarar etmesin.”
Tekrar kumaşçının dükkânına dönerler. Adam, onları yine aynı güler yüzle, aynı içtenlikle karşılar: “Buyurunuz efendim! Hoş geldiniz! Allah’ın ne güzel kulları var…”
Vezir, “Biz kararımızı değiştirdik, o kestirdiğimiz kumaşların hepsini alacağız,” der ve parasını fazlasıyla öder. Helalleşip dükkândan tam çıkarlarken, kumaşçının ellerini semaya açıp şöyle dua ettiğini duyarlar:
“Ya Rabbi! Sana sonsuz şükürler olsun! Bugün dükkânıma bir değil, tam iki defa cihan padişahını gönderdin…”
Padişahın hayreti bir kat daha artar. Yolda vezire döner ve aklındaki son soruyu sorar: “Vezir, anladım ki bu iki zat da hal ehli, ikisi de evliya. Lakin aklıma takıldı, sence hangisi daha üstün?”
Akıllı vezir, o unutulmaz cevabını verir:
“Sultanım, üstünlük takvadadır, onu ancak Allah bilir. Ben kimim ki derecelerini ölçeyim? Lakin benim gördüğüm şudur ki; bu şehirde laftan, incelikten, halden anlayanlar için kumaşçı gibi bir rehber; laftan, sözden, imadan anlamayan kaba ruhlar için de karpuzcu gibi bir uyarıcı lazımdır.”